Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer’in başına gelenler beni 26 yıl geriye Türkiye’nin 28 Şubat diye bildiği döneme götürdü.
Seçime girmesinde hiçbir mahzur görülmeyen, ondan önce yıllarca farklı üniversitelerde öğretim üyeliği, dekanlık, yöneticilik yapmasından hiçbir kamusal sıkıntı olmayan Ahmet Özer, “10 yıldır izliyorduk. Çeşitli yerlerde adın geçiyor” denilerek gözaltına alındı ardından tutuklandı.
Adın geçiyor dedikleri mesele ise komik bile değil. Yakında MHP’nin davetiyle TBMM’ye gelip konuşma yapacak olan Öcalan’ın avukatlarının, Öcalan’a Ahmet Özer’in demokratik özerkliğe destek verdiğini söylediği iddiası.
Bu olayın başından sonuna niye 28 Şubat’ı hatırlattığını da anlatayım.
28 Şubat’ı takip eden dönemde gücünü hukuktan almayan bir grup “muktedir”, 3 gazeteciyi “andıçladılar”.
Uydurma suçlarla patronlarına şikayet edildiler ve kovulmaları istendi.
Bu üç gazeteci Sabah Gazetesi’nde yazan rahmetli Mehmet Ali Birand, aynı gazetenin yazarı Cengiz Çandar ve o sırada Hürriyet Gazetesi’nde yazan bendim.
Sabah Gazetesi iki gazetecinin işine son verdi.
Hürriyet’te ise Aydın Doğan direndi ve ben yazmaya devam ettim. Hatta kovulan iki yazarı arayıp “Köşeniz zorla elinizden alındı, isterseniz benim köşeyi paylaşalım. Yazılarınızı benim köşeye koyalım” dedim.
Mehmet Ali Birand “Olur” dedi.
Yazılarını bir süre benim köşede yayınladı.
Sonra Aydın Bey “Yeter” dedi ve Birand’ı Posta gazetesine aldı.
Ve ardından bana o dönem varlığını sürdüren İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nden bir celp geldi.
Terör örgütü yöneticisi Şemdin Sakık’ın ifadesinde adım geçtiği için teröre yardım ve yataklıktan ifadem alınacaktı.
İnanamadım. Çünkü o sırada devletin bir başka birimi beni PKK’ya karşı koruyordu.
Kalktım gittim.
Bir savcı, utana sıkıla “Fatih Bey, kusura bakmayın ama çok yukarıdan baskı gelince sizi çağırmak zorunda kaldık. Biz sizi biliyoruz ama bu ifadeyi de almak zorundayız” dedi.
Olay şuydu.
Şemdin Sakık’ın ifadesi alınırken soruya katılan bir kişi (Daha sonra Çevik Bir olduğunu öğrendik) ısrarla ifadeye benim de adımı sokmak istemiş, Sakık’a “Altaylı’nın örgütle bağlantısı ne?” diye sormuştu.
Şemdin Sakık ise “Örgüt Altaylı’yı sevmez. Genelde aleyhimize yazılar kaleme alıp programlar yapmıştır. Benim tanık olduğum bir bağlantısı yoktur. Olduğunu da zannetmiyorum” şeklinde yanıt vermişti.
Sorgucunun tüm ısrarına rağmen Sakık beni hiç görmediğini, hiç tanımadığını defalarca söylemek zorunda kalmıştı.
Ama 28 Şubat paşaları yemin etse başları ağrımazdı, adım ifadede geçiyordu.
DGM savcılığı ifademi aldı, bir süre sonra da hakkımda takipsizlik kararı verildi.
Savcının bu ifadeyi alırken ne kadar utandığını hâlâ hatırlarım.
Ahmet Özer’le ilgili basına akseden suçlamaları okuyunca açıkçası aklıma 28 Şubat’ın o meşhur andıcı geldi.
10 yıl boyunca suç teşkil etmemiş ama bugüne dayanak yapılan dinlemeler ve üçüncü şahısların bahsetmesi nedeniyle oluşan suçlamalar.
Adaletin eğilip bükülmesi.
Emir olun Ahmet Özer, yakınlarını işe almak, nepotizm yapmak gibi suçlamalarla görevden alınsaydı hiç ama hiç dertlenmezdim.
Çünkü bu beyefendi hakkında biz de bunları yazıp söyledik.
Ama 10 yıllık dinlemeler ile suçlanması doğrusu bana 28 Şubat hukuksuzluğundan başka hiçbir şey hatırlatmıyor.
O gün ile bugün arasındaki tek fark, bizim ifademizi alan savcıların yapılan hukuksuzluktan dolayı utanıyor olmalarıydı.
Bugün Ahmet Özer’in ifadesini alanlar utandılar mı bilmiyorum.
İnşallah utanmışlardır.
En azından o kadarı kalmış olsun!