Sevgili Murat Bardakçı ikidir manalı yazılar yazıyor.
Önce “Kısıtlı bayram ilk değil” diyerek 1930’larda da bir salgın nedeniyle bayramlaşmanın ve bayram namazının yasaklandığını hatırlattı.
Anlamlı bir hatırlatma idi.
Murat’ın yazısında benim okuduğun alt metin şu oldu:
“Bayramlaşmayı ve bayram namazını yasakladı diye AK Parti’yi eleştirmeyin veya kızmayın Halk Partisi de geçmişte aynı şeyi yapmıştı.”
Evet değerli dostum.
Aynen doğru.
AK Parti’ye camileri ibadete kapadı diye kızma hakkımız yok.
Toplu namazları yasakladı diye eleştirme hakkımız yok.
Bayramlaşmaya izin vermedi diye öfkelenme hakkımız da yok.
Şartlar öyle gerektirdiği için öyle oldu.
Bazen günün koşulları gereği, konjonktür gereği, halkın yararı için böyle şeyler olabiliyor.
Ama aradan 30 sene geçince mesela, daha da İslamcı bir iktidar peşindeki birileri kürsüye ya da televizyona çıkıp bugünkü gazeteleri eline alsa ve “O günkü akepe zihniyeti camileri ibadete kapadı, bayramlaşmayı bile yasakladı. Bayram namazı bile kılmak yasaktı” dese acaba hâlâ bir AK Parti varsa, partinin destekçileri ya da bugünkü AK Partililerin çocukları ne hisseder acaba?
Ne hissedeceklerini merak ediyor musun Murat?
Öğrenmek çok zor değil.
Çevrende Atatürk’ü seven pek çok insan var.
Onlara sorabilirsin “Cehape zihniyeti” diye başlayan cümleler karşısında ne hissettiklerini!
Erken değil yenilenme
Erken seçim muhabbeti yine başladı.
Kimse farkında değil galiba ama artık erken seçim diye bir şey yok.
Yeni sistemde bunun adı “seçimlerin yenilenmesi”.
Cumhurbaşkanı seçimleri yeniletebilir veya 360 milletvekili TBMM’de aynı kararı alabilir.
Her iki durumda da hem TBMM hem de Cumhurbaşkanı için yeniden seçime gidilir.
Ancak seçimlerin nasıl yenileneceği beraberinde çok büyük bir tartışmayı da getirebilir.
Eğer seçimlerin yenilenmesi kararını Cumhurbaşkanı alırsa, Cumhurbaşkanı Erdoğan bir kez daha aday olur mu olmaz mı tartışması başlar.
Çünkü Anayasa’ya göre bir kişi iki kez Cumhurbaşkanı seçilebilir.
Erdoğan’ın eski Anayasa ile seçilmiş olması sayılır mı, sayılmaz mı?
Bu madde değişmediği için sayılır diyenler var.
AK Parti ise “Sayılmaz, bu yeni sistem” diyecektir.
Al sana yeni tartışma.
Bu tartışmayı sona erdirecek olan ise kararı Meclis’in alması.
Ama buna da iktidar ortaklarının gücü yetmiyor.
Muhalefetin oyu da lazım!
Kimileri “Ekonomi daha da kötüleşmeden bir baskın seçim yapmak isteyebilirler” diyor.
Ben hâlâ seçimlerin yenilenme ihtimalini çok da yakın görmüyorum.
Tabii bizim bilmediğimiz bir şeyi iktidar tarafı biliyorsa o ayrı!
TİM: İfşa yetkimizde değil
İhracatçı şirketlerimizin en tepe kuruluşu Türkiye İhracatçılar Meclisi’ne coronadan istifade Türkiye’deki üreticileri zora sokmaya çalışan uluslararası markaları ifşa etme çağrısı yapmıştım bayram öncesi.
TİM Başkanı İsmail Gülle hemen bir yanıt yolladı.
Yazdıklarımın çok doğru olduğunu, medyanın bu konuya gösterdiği hassasiyetin ellerini güçlendirdiğini ve bu nevi haksız indirim talebinde bulunup, şirketlerin sıkışık durumundan faydalanmaya çalışanlara karşı bir mücadele verdiklerini ve TİM olarak bunlarla görüştüklerini ve bu gibi konuları çözümlemeye çalıştıklarını anlatmış.
Ancak diyor ki, “Bu şirketler arasında bir ilişki ve özel bir ilişki. Bizim bunu ifşa etmeye ne yetkimiz var ne de böyle bir şey yapmamız doğru olur.”
Haklı olabilir.
Ben de o zaman şirketlere söyleyeyim.
İstiyorsanız bana bildirin.
Ben ifşa edeyim.
Yok eğer çekiniyorsanız benim yapacak bir şeyim yok.
Bu arada üreticilerden gelen çok sayıda şikayete göre sadece yabancı markalar değil, Türkiye’deki bazı perakende zincirleri de fason üretim yaptırdıkları firmalara anlaşma dışı indirim talepleri ile gidiyorlarmış.
“Onları da ifşa edin” diyor üreticiler.
Türkiye veri paylaşırsa bunu yalanlayabiliriz!
Saygın tıp dergisi Lancet son günlerde çok tartışılan bir makale yayınladı.
Bir doktorlar grubunun 6 kıtada, 671 hastanede, 96 bin 32 hastanın verilerine dayanarak oluşturduğu bir araştırma.
Hastalar klorokin kullananlar, hidroksiklorokin kullananlar, klorokin ile beraber bir antiviral ilaç kullananlar, hidroksiklorokin ile beraber bir antiviral ilacı kullananlar ve hiçbir ilacı kullanmayan bir kontrol grubu olarak ayrıştırılmış.
Başka detaylar da var ama kafanızı şişirmeyeyim.
Genel bir sonuç vereyim.
Araştırmaya göre ölüm oranı en düşük grup hiçbir ilacı kullanmayanlar.
Klorokin kullananlarda ölüm oranı birden bire yarı yarıya artıyor.
Klorokinle birlikte bir de antiviral kullananlarda ise ölüm oranı iki katından fazla yükseliyor.
Bu araştırmada Türkiye’nin verileri yer alıyor mu bilmiyorum ama zannetmiyorum. Çünkü Türkiye verileri ülke içinde bile paylaşmıyor.
Ancak bu araştırma bence çok doğru bir araştırma değil.
İstatistiğin gerçekleri eğip bükmekte nasıl kullanılabileceğinin önemli bir örneği bile olabilir gibi görünüyor.
Çünkü başta ABD olmak üzere pek çok Batı ülkesi hidroksiklorokini sadece ağır vakalarda kullanıyor.
Yani orada ölüm oranının daha yüksek olması çok normal.
Hiç ilaç kullanmayanlar ise genelde hafif seyreden vakalar.
Orada da ölüm oranlarının düşük olması çok normal.
Türkiye ise bu etken maddeye sahip ilacı hastalığın tespitinden itibaren kullanıyor ve çok düşük ölüm oranlarına sahip.
Lancet’te yayınlanan makale doğru ise eğer Türkiye bu ilacı hiç kullanmasa daha da başarılı sonuçlar alabilirdi demek oluyor ki, durum sanki pek öyle değil.
Doğrusunu isterseniz ben bu makaleye oldukça şüphe ile yaklaşıyorum.
Sanki işin içinde ilaç firmalarının parmağı varmış gibime geliyor.
Elbette yanılıyor olabilirim ama Lancet’teki makalenin çok sağlam bir tabana oturmadığını da görecek kadar aklım başımda.
Keşke Türkiye medeni bir ülke gibi davranıp, tüm verilerini açıklasa da bu gibi yanlış veya kötü niyetli olma olasılığı yüksek bu makaleler yerine Türk bilim adamları tarafından yazılmış doğru düzgün makaleler okuyabilsek.
Evlat canından cömertlik
Siyasette yalakalığın yeri vardır elbette ama abartılısının yeri olmamalı.
Tecrübeli siyasetçi bunu anlayıp ayırt edebilen siyasetçidir diye düşünürüm.
Son yıllarda pek çok taraftarının ya da seveninin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a “Allah benim ömrümden alsın size versin” dediğini duyuyoruz, sosyal medyada falan görüyoruz.
Ancak ilk kez birisi çıtayı kimsenin yanına kolay kolay yaklaşamayacağı bir yere taşıdı.
AK Partili bir hanımefendi kendi canı ile yetinmedi “Çocuklarımın ömrünü de size versin” dedi.
Ben Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu söylemden hiç ama hiç memnun kalmadığını zannediyorum.
Hatta eminim.
Kadının bahanesi de şu:
“Memlekete yararı yüzünden dedim.”
Söylem zaten başından gayrı İslami.
Kaderi ve gaybı mı biliyorsunuz hanımefendi!
Sizin evlatlarınızdan birinin gelecekte memlekete veya insanlığa çok çok daha faydalı olmayacağına dair bir bilginiz mi var!
Hangi hakla ve güçle bunu söylüyorsunuz.
Dahası Tayyip Erdoğan bugün kendi evladının canını bile umursamayan birinin yarın uğruna evladının canından vazgeçtiğini söylediği birine de çok kolay ihanet edebileceğini bilir.
Yalvarırım, vazgeçin
Rizeli dostum Sebahattin Hafızoğlu hafta sonu iki fotoğraf yolladı.
“Sevgili Fatih burası Rize’nin eski Viçe yeni Fındıklı ilçesinde bizim arsa ile komşu arsaların sınırını çizen derecik. Burası kırmızı benekli alabalıkların yumurtlama yerleri. Nasıl olduysa belediyenin bile haberi olmadan, idarenin emri ile derelerin üzerini betonlamışlar. Hiç kimseye faydası olmayacağı gibi, dereleri ve o güzelim benekli alabalıkları katletmekten başka hiçbir işe yaramayacak. Yazık değil mi? Yalvarırım, duyurursan belki bu hatadan dönerler. Hiç değilse derelerin diğer kollarını kurtarmış oluruz.”
Fotoğraflara bakınca yapılan yanlışı, daha doğrusu katliamı daha net görüyorsunuz.
Rize Valiliği’nden rica ediyorum.
Hatta yalvarıyorum.
Lütfen vazgeçin bu yanlıştan.
Ne başka Türkiye var elimizde ne de başka Rize.
Yüzde 1
Bir mektup da bir bilim insanı adayının babasından.
Ekonomi ile ilgili görünmekle beraber ekonominin aslında nasıl insani bir mesele olduğunu da gösteren bir serzeniş:
“Fatih Bey, ben de sizin gibi kız evlat babasıyım. Hepimizin evlatlarını Allah bağışlasın, benim iki kızım var. Biri üniversiteyi bitirdi. Çalışıyor. Diğeri de üniversiteyi bitirdi ve geçen sene Amerika’nın saygın üniversitelerinden birinde doktoraya kabul edildi.
Ben emekliyim.
Öyle yüksek bir gelirimiz falan yok.
Kızım doktoraya kabul edilince hem sevindik hem de panikledik.
Çünkü eğitim masraflarını karşılamak kolay değildi.
Kimimiz kimsemiz olmadığı için kızımıza burs ya da destek bulamadık.
Haliyle masraflarını kendisi ve biz karşılıyoruz.
Kızımız orada üniversitenin sağladığı yarı zamanlı işlerde çalışıyor.
Biz de Ankara’daki evimizi kiraya verip, eşimin memleketine döndük ki, masraflarımız azalsın ve kızımıza destek olabilelim.
Mutlaka haberiniz vardır, şimdi döviz alım satımına yeni vergiler getirildi.
Diyeceksiniz ki, yüzde 1 mi bütün derdin.
Evet yüzde 1.
Olmayınca yüzde 1 bile önemli. Zaten kur artışından dolayı yanmışız, bir de bu geldi.
Biz döviz spekülatörü değiliz.
Milli ekonomiyi çökertme amacımız yok.
Her ay alabildiğimiz kadar dolar alıp, kızımıza yolluyoruz ve korona nedeniyle eğitimi uzamazsa en az 1 yıl daha yollayacağız. En azından bizim gibiler bu vergiden muaf olamaz mı?
Ben bu ülkeden hiçbir şey istemedim.
Kömür istemedim.
Gıda yardımı istemedim.
Bedava sağlık hizmeti istemedim.
Yeşil kart istemedim.
Ama bir kez bizim gibi onurlu ve namuslu vatandaşları düşünmezler mi?
Doğrusu o yüzde 1 hem maddi olarak ama asıl manevi olarak çok ağırıma gidiyor. Sonuçta kızımız okulu bitirip gelecek ve Türkiye’ye hizmet edecek. O günleri belki de göremeyecek olan bana değil!”