Bir parti 20 yıla yakın süre iktidarda kalınca, o parti iktidarından öncesini net biçimde hatırlamak, ne var ne yoktu hatırlamak için en az 27-28 yaşında olmak gerekince, ülke nüfusu genç ve zaten yaşlı olanlar da zayıf hafızalı olunca…
Bunlar olur.
Neler mi olur!
Bir AK Partili hanımefendi çıkar ve gözünü kırpmadan “AK Parti yokken Türkiye’de kadının adı yoktu” der.
Çünkü muhtemelen eğitimden de çıkarılmıştır gerçekler.
Mesela kadınlara yerel yönetimlerde seçme ve seçilme hakkının 1930’da, milletvekili seçme seçilme hakkının 1934’de verildiğini nasıl olsa kimse hatırlamaz diye düşünürler.
Daha dünyanın pek çok gelişmiş olduğu varsayılan ülkesinde bu haklar yokken, Atatürk Türkiye’sinde vardı.
O hanımefendi AK Parti öncesi kadının adı yoktu der ama Prof. Türkan Akyol’un 1971 yılında ilk kadın bakan olduğunu muhtemelen kendi de bilmez.
İlk kadın Başbakan Tansu Çiller'in ise muhtemelen ABD Başkanı olduğunu zannettiğimizi düşünüyor herhalde.
Zaten AK Partilileri dinlerseniz, AK Parti öncesi Türkiye’sinde;
- Asfalt yol yoktur
- Evlerde buzdolabı yoktur
- Çamaşır makinası yoktur
- Havaalanı yoktur
- Demiryolu çok az vardır. 10. Yıl Marşı’ndaki “Demir ağlarla ördük” cümlesi Fransa’yı anlatmaktadır
- Telefon vardır ama manyetoludur.
- Televizyon çok az vardır.
- Otomobil vardır ama kullanabileceğiniz yol yoktur.
- THY yoktur. Kuruluşu 1933 görünmektedir ama yolcu taşımak için değil kağıttan uçak yapmak için kurulmuştur.
- Cep telefonu yoktur.
- AK Parti öncesi Türkiye o kadar kötü bir yerdir ki, dünyada henüz icat edilmemiş olan icatlar bile yoktur.
Hizmet olarak onca güzel şey yapan, çok hizmet üreten, gerçekten inkar edilemeyecek işler yapan bir partinin kendinden önceki her şeyi karalama hatta yok sayma gayretini anlamak da mümkün değildir.
Bar değil o baro baro
Dün gece Habertürk’te baroları siyasallaştıracak yasa ile ilgili tartışmaları izliyorum.
Nagehan Alçı şöyle bir iddia ortaya attı:
“Barolara kayıt sadece Türkiye’de mecburi. Pek çok ülke böyle bir mecburiyet getirmiyor.”
Bu tam bir “Söyle lafı sevsinler inananı” durumudur aslında.
Tüm medeni dünyada barolar vardır ve mahkemede avukatlık yapmak için baro üyesi olmak gerekir.
Mesela Nagehan Alçı ve benzerlerinin demokrasinin en önemli yeri olarak gördüğü İngiltere’de mahkemelerde müvekkilleri temsil edebilmek için baro üyesi olmak şarttır. Baro üyesi yani “Barrister” değilseniz duruşma salonuna adım dahi atamazsınız. Hukuk firmasında ofis çalışanı olabilirsiniz.
ABD’de durum daha da katıdır.
İsterseniz ülkenin en iyi hukuk fakültelerini, Harvard’ı, Princeton’ı, Yale’i, Stanford’ı bitirin, baro sınavını geçemezseniz, mahkemelerde avukatlık yapamazsınız. Üstelik de her eyalette ayrı baro olduğu için, New York Barosu’na kayıtlı iseniz ve Los Angeles Barosu’nda kaydınız yok ise Los Angeles’ta da avukatlık yapamazsınız.
Türkiye’de bu konuda ahkam kesen pek çok kişinin anlamadığı ise baroların bir oda ya da meslek örgütü değil, çok daha derin bir geçmişe ve anlama sahip demokratik birer kurum olduğudur.
Yüzde 10 barajı adaletli bir temsil mi?
Barolarla ilgili tartışmalarda iktidarın getirmeye çalıştığı çoklu baro sistemini savunanların söylediği en önemli argüman şu:
“Temsilde adalet yok. Bir grup seçiliyor ve diğer grup baro yönetiminde temsil edilmiyor.”
Bu söylendiği anda ben televizyon karısında kasıklarımı tuta tuta gülüyorum.
Yahu mesela Türkiye’de başkanlık sistemi var.
Cumhurbaşkanı 50 artı bir oyla seçiliyor.
Kabinesinde seçilemeyen yüzde 49,99’dan bir yardımcı mı oluyor?
Ya da kabine kurulurken 49,9’u temsilen üç beş bakan mı alınıyor!
Yoo.
Yüzde 50 artı 1 ile yüzde yüz yönetiliyor.
Buna itirazı var mı bu arkadaşların?
Yok tabii.
Sistem bu çünkü.
Hadi onu geçtik.
Yahu bu ülkede temsilde adaletin önündeki en büyük engel yüzde 10’luk baraj.
AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 seçimlerinde oyların yüzde 35’i TBMM’de temsil edilmemişti.
Bu arkadaşların bir itirazı olmamıştı.
Aynı durum yarın yine olabilir.
Bu arkadaşlardan hâlâ bir itiraz duymuyoruz.
Muhtemelen geri çekilecek
Sakın zannetmeyin ki, baro seçimlerinde veya başka bir seçimde temsilde adalet istemiyorum.
İstiyorum.
Baro seçimlerinde özellikle istiyorum çünkü barolar önemli.
Hepimiz için önemli.
Zaten bu nedenle salı akşamı Teke Tek’te Avukat Dr. Ramazan Arıtürk’ü konuk ettim.
Muhafazakar kesimin tam göbeğinden gelen bir isimdir Ramazan Arıtürk. (Mavi Marmara mağdurlarının avukatıdır dersem daha iyi anlarsınız.)
Benim de çok sevdiğim bir hukuk adamıdır.
Arıtürk’ün Barolar Yasası için çok akılcı önerileri ve bir de taslağı var.
Bir Baro Meclisi de içeren ve üzerinde konuşulabilecek bir taslak.
Zaten Teke Tek sonrası Beştepe’den Arıtürk’ü arayarak taslağın metnini istemişler.
Kuvvetle muhtemeldir ki, iktidar çok tartışılan ve yanlışlığı hukuka biraz hakim herkes tarafından kabul edilen mevcut yasa hazırlığını geri çekecek ve daha kabul edilebilir bir metin daha katılımcı bir biçimde yapılacak.
Siyonistler yok mu şu siyonistler
Geçen gün haberi okuyunca “Bunu yazayım” dedim.
Sonra da “Boşver. Bu rezillik yapanların arasında kalsın. Yer harcadığıma değmez” diye düşündüm.
Haber şu idi.
Wushu diye bir spor var. Bir Uzakdoğu dövüş sporu.
Kung Fu gibi bir şey ama daha sanatsal, daha dans gibi, daha estetik.
Bunun da bir federasyonu var.
Geçenlerde bu federasyon Türkiye Wushu Şampiyonası düzenliyor.
Şampiyonaya katılan sporculardan biri de Federasyon Başkanı’nın kızı.
Buraya kadar normal.
Garabet bundan sonra başlıyor.
Federasyon Başkanı’nın Şampiyonaya yarışmacı olarak katılan kızı aynı zamanda yarışmanın hakemlerinden biri.
Rezalet ise bir sonraki adımda.
Bir diğer hakem de Federasyon Başkanı’nın eşi yani yarışmacı hakem olan kızın da annesi.
Hal bu olunca Federasyon Başkanı’nın kızı da Türkiye Şampiyonu oluyor.
Bu durum eleştiri konusu olunca Federasyon Başkanı hemen savunmasını yapıyor:
“Siyonistlerin bir oyunu bu.”
Anlaşılan Dünya Siyonistler Birliği, Federasyon Başkanı’nın kızını hem yarışmacı hem hakem, anasını da hakem yapmış.
Şampiyon olmalarına ise muhtemelen Theodor Herzl karar vermiştir.
Gerçi adam öleli epey oluyor, neredeyse dönüşü yaklaştı ama Siyonist bunlar.
Belli mi olur!