Denizli Honaz. Küçük bir kasaba...
Demiryollarında çalışan Nazif Efendi'nin oğlu Enver küçük bir çocuk daha. Lakin büyük büyük hayalleri vardır, babasının nasihatini tutacak, üniversite de okuyacaktır nasip olursa.
Sonrası Allah kerim, iş adamı, ilim adamı olacak. Alacak satacak, imalat yapacak, on binlere maaş verecek, tesisler kazandıracaktır yurdumuza.
Gelgelelim babası vefat edince kalakalır ortalıkta.
Bırak üniversiteyi liseyi bile bitirmesi zordur bu durumda.
ARKADAŞININ AKLINA
Bir gün arkadaşı “Sen niye askerî okula gitmiyorsun?” diye soruyor. “Orada barınma, ısınma, gıda, üniforma bedava.”
- Yok ya!
- Ciddi söylüyorum. Cebinden kuruş çıkmaz, ne istersin daha?
Çocuk işte, gidip Kuleli'ye bir telgraf çekiyor. Durumunu arz ediyor samimi bir üslupla.
İmtihanlar, kayıtlar çoktaaan bitmiş, dersler başlamış. Bir ümit, olacak şey değil ya...
Cevap geliyor “Seni istisna olarak imtihansız alacağız, notların iyi ise ama…”
Tek tek muallimleri dolanıyor, böyleyken böyle Hoca'm, bir iki not yüksek yazabilir misiniz acaba?
Tarihçi “Hımm, sen misin benim dersimden kaçan” diyor kırık not veriyor.
- Hoca'm babam vefat etmişti, cenazemiz vardı.
- Ben anlamam.
Yapacak şey yok notları yolluyorlar, o kırık çürük diş gibi duruyor arada.
İSTİSNA KAYDIYLA
“Tamam, gelebilirsin” diyorlar, “tarih notunu çalışıp telafi etmek şartıyla.”
Tahta bavuluna birkaç parça çamaşır koyuyor, koşuyor istasyona.
Bir gece yarısı Haydarpaşa'ya düşüyor, nasıl ayaz, kar dizlere varıyor.
O meşhur 1954 soğukları. Düşünün Haliç donmuş, buzlar yüzüyor Boğaz'da.
Kuleli ne tarafta diye soruyor, tarif edecekler de yürüyerek gidecek aklı sıra.
Gelirken aynı kompartımanı paylaştıkları bir hanım teyze “gel benimle” diyor, bir taksi tutuyor. “Bin oğlum şoför amcanın yanına. Vaniköy lütfen.”
Araba hareket ediyor. Bu İstanbul ne kadar büyükmüş böyle, içinde kaç tane Honaz var acaba?
- Bak şurası Kuleli.
- Teşekkür ederim efendim, eksik olmayın, gerisini hallederim bundan sonra.
AH O BASAMAKLAR
Sırtında bavul, adım adım merdivenlerden çıkmaya başlıyor. Mermer buz. Ayağı kayıyor, doğru aşağıya…
Bir de bileği incinmesin mi? Soğuk acısını katlıyor, ızdırap yüzüne vuruyor.
Bavulu öbür eline alıyor ama ya anlaşılırsa? Ya “Sen çürüksün” deyip de kapı dışarı ederlerse?
Giriyor. Nöbetçi amiri Selâhaddin Yüzbaşı. Kurt gibi bir adam, gözünden kaçmıyor:
- Oğlum senin koluna n'oldu?
- Kaydım düştüm efendim biraz evvel basamaklardan.
Belli, üstü başı kar içinde. Acıyor olmalı, ter damlacıkları var alnında.
-Gel böyle otur bakayım. Koşun bir çay getirin arkadaşınıza. Meraklanma gider revirde sardırırız şimdi. Bak, açsan çorbamız da var aşağıda.
Âdeta baba şefkati. Enver Abi bir ömür dua edecektir ona.
FAKÜLTEYE ASİSTAN
Askerî okulu seviyor, disiplinli bir talebe oluyor, üstüne başına dikkat ediyor, pantolonu daima ütülü, ayakkabılar pırıl pırıl, çift cila. Çakı gibi bir subay olacak ihtimal. Lakin yolu Fen Fakültesine çıkıyor nasıl oluyorsa. Eczacı kalfalığı yaparak para kazanıyor, fakülteyi derece ile bitiriyor.
Yedek subaylığını Deniz Hidrografi ve Oşinografi Dairesi Başkanlığında tamamlıyor ve bir gün kendini asistan buluyor fakültenin hidrobiyoloji laboratuvarında.
İtalya'da doktora çalışmaları, Fatih Kolejinde muallimlik turları derken onu matbuat âleminde görüyoruz. Üç beş idealist arkadaşıyla günlük gazete çıkarıyor:
“Hakikat!”
Bu nasıl bir gözü karalık? Çok parası olanların bile çekindiği saha.
Masraf kepçe kazan, gelir zerre damla.
Sıkıntı, sıkıntı, bir kere bile “Oh, bu ay rahatız” diyemiyor, hep ucu ucuna.
İlkeli bir yayın politikası tutturuyor; yalana, mübalağaya, sansasyona yer vermiyor ve hiçbir partiye payanda olmuyor.
ADIM ADIM ZİRVEYE
Türkiye gazetesi zamanla ofsete geçiyor, renkli basılıyor. Önce 8 sayfa. Sonra 12, 16, 20 derken bir de ilave (Çiçek) veriyor yanında. Dağıtımda yepyeni bir tarz deniyor, abonelik sistemine geçiyor. Okuyucu sabah kahvaltısına oturmadan gazetesini kapıda buluyor.
Haydi arkadaşlar bir hamle. Tiraj on bine çıkıyor.
Yapalım bir çıkış daha, 20 bin… Haydi bir daha, 50 bin.
Tabii bunda gazete ile birlikte verilen ansiklopedilerin, dinî, millî eserlerin de payı var.
Ve gün geliyor, 1 milyon 424 bin rakamını görüyorlar.
Bu, sürdürülebilir bir rakam değil, 16 bin dağıtıcı gerek zira. 16 bin maaş, 16 bin sigorta. Zaten matbaalarımızın da gücü yetmiyor, sağdan soldan makine kiralanıyor. Kamyon yetiştiremiyorlar balyalara.
Ama oluyor mu, oluyor. 1.424.000 hâlâ kırılamayan bir rekor Türk basınında.
Ve bir başka rekor. Elli yıldır sahibi, tarzı ve bakışı değişmiyor.
Geride çileli 50 yılı bırakan bu gemi emin adımlarla yürümeye devam ediyor.
ENVER ABİ HEP İLKLERE İMZA ATIYOR
İLK ÇOCUK DERGİSİ, İLK YERLİ ANSİKLOPEDİ, İLK SESLİ YAYINLAR, İLK RADYO, İLK TELEVİZYON, İLK DİNÎ VE MİLLÎ FİLMLER, iLK ÖZEL HABER AJANSI, İLK HASTANE…
HER ŞEY İNSAN İÇİN
Enver Ağabey, Muharrem Bakça ve Ömer Sağırlı gibi iki sanatkâra fırsat veriyor. Kendi ofset makinelerimizi kendimiz yapıyoruz. Avrupalı emsallerinden aşağı kalır yanı yok, maliyet yarısının yarısına.
Sadece İstanbul, Ankara, İzmir'e değil, Adana, Trabzon, Erzurum ve Antalya'ya da baskı tesisleri kuruluyor.
Enver Abi mütedeyyin insanların bulunduğu cenahta hep ilklere imza atıyor. İlk çocuk dergisi, ilk yabancı tasallutunda olmayan ansiklopedi. İlk sesli yayınlar, ilk radyo, ilk televizyon, ilk dinî ve millî filmler, ilk özel haber ajansı, ilk hastane, özel kolejler, marketler, mağazalar.
Ev aletleri imalatı ve muhteşem bir pazarlama ağı.
Dahası oto, sigorta, inşaat, mobilya mefruşat, turizm, devre mülk kaplıca, reklam prodüksiyon gibi iddialı alanlarda boy gösteriyor... Matbaacılık zaten işleri, kitap ve dergi de basıyorlar dışarıya.
Bu şahlanış, karanlık 28 Şubatçı'ların, iş birlikçileri siyasilerin ve FETÖ'nün doğrudan hedefi olunca çok zor günler başlıyor. Binbir hile ve oyunla Anadolu insanının ve Enver Ağabey'in alın teri şirketler taammüden batırılmaya çalışılıyor. Gelgelelim “Bunlar iki ayda batar, biter” diyenler yanılıyor, müessese bütün zorluklara rağmen ayakta kalıyor. FETÖ-28 Şubat iş birlikçilerinin hesabı tutmuyor, aksine personelin birliği beraberliği perçinleniyor.